Denizin ortasında bir teknedeyim. Oldukça şık bir tekne. Etrafımda tanımadığım bir sürü şık insan. Uzunca bir masada yemek yiyoruz. Ne konuşuyorum bu insanlarla, neden buradayım hiçbir fikrim yok. İçim daralıyor. Tekne beni sıkıştırıyor. Bu insanlar! Tanımıyorum hiç birini. Öyle uzun bir masa ve öyle dar bir tekne ki oturduğum yerden kıpırdayamıyorum. Sıkıştım. Nasıl oradan uzaklaşacağımı düşünürken yavaş yavaş ayaklarımın yerden kesildiğini hissediyorum. Masanın üstünde uçmaya başlıyorum. Kimse bunu tuhaf bulmuyor. Her şey çok olağanmış gibi yemeklerini yemeye devam ediyorlar. Onlar beni görüyor ben onları fakat beni ne olarak gördüklerini bilmiyorum. Sinek mi! Belki! Ben bir an önce dışarı atmak istiyorum kendimi. Pencerelere doğru yaklaşıyorum. Bu tekne pencereleri de ne kadar dar! İyi de ben bir sinek isem bu pencerelerden geçebiliyor olmam gerekmiyor mu? O zaman ben bir sinek değil miyim? Peki ne halt yemeye teknenin içinde bir o yana bir bu yana uçup duruyorum? Ardına kadar açık kocaman bir pencere fark ediyorum teknenin sonunda. Rahatlıkla pencereden geçiyor ve yavaşça dışarıya doğru süzülüyorum. Teknenin dışında ve denizin üstündeyim artık. Öylece havada asılı kalıyorum. Tekneye ve içindekilere dışarıdan bakıyorum. İçerisi ve dışarısı… Büyük bir fark!… Uçabilmek ve uçamamak!… Ayaklarımın altında derin bir deniz ve üstümde sınırsız bir gökyüzü.
Küçüğüm şimdi… çok küçük… çünkü boşluk büyük çok büyük… Ağırlığım yok fakat hareketim çok... Bir gökyüzüne yaklaşıyorum bir denizin yüzeyine… Deniz kıpırtısız. Denizden korkuyorum. Bu yüzden “yüzme” bilmiyorum ama “uçma” biliyorum. Yüzmek ve uçmak arasında bir fark olmadığını tahmin ediyorum. Aynı hissi veriyor. Suyun derinliklerinden çok korkuyorum. Şimdilik yapabildiğim en iyi şeyi yapıyorum. Uçuyorum. Tekneye yaklaşıp uzaklaşıyorum. Bunu neden yaptığımı bilmiyorum. Teknedekiler beni hayranlıkla izliyor. Artık beni fark ediyorlar. Yüzlerini görüyorum. Beni alkışlıyorlar. Kim bu insanlar? İçim sıkılıyor, hava kararıyor, deniz kopkoyu bir lacivert… gökyüzü dumanlı bir gri… Neler oluyor?
Hatırladım! Ben birini arıyorum? O beni bekliyor! Acele etmeliyim. Hızlanıyorum, çok hızlanıyorum. Bulutlara doğru. Ok gibi geçtim bulutların içinden. Atmosfere yaklaşıyorum. Burada büyük bir enerji var. Hemen yanı başımda şimşekler çakıyor, yıldırımlar düşüyor. Parlak ışıklar görüyorum. Elektrikleniyorum. Saçlarım ve bütün tüylerim elektrikleniyor. Atmosfer tabakasına çok yaklaştım. Ve dokunuyorum. Zaman yavaşlıyor, ben ağırlaşıyorum, dokunduğum yer sıvılaşıyor. Her şeyin rengi gri oluyor. Ellerime bakıyorum. Parmak uçlarımdan başlayarak gri bir sıvı vücudumu kaplıyor. Korkuyorum. Bu civalı tabakayı geçemeyeceğimi anlıyorum. Geri dönmek istiyorum. Son bir kez arkama bakıyorum ve hızlıca oradan uzaklaşıyorum. Ama vücudumda bir acı hissediyorum. Vücudumun bir kısmının kurşun kalemle çizildiğini görüyorum. Biri ya da bir şey bedenimin resmini yapıyor. Bedenime değen her kalem darbesinde dayanılmaz bir acıyla sarsılıyorum. Acıya yenilmeden oradan uzaklaşıyorum. Tekneye geri dönüyorum. Titriyorum. Artık renkler var, gerçeklik var, tekne var, insanlar var. Teknedekiler çok telaşlı. Ben yukarıdayken aşağıda da bir şeyler olmuş olmalı! Ne olduğunu bilmiyorum ama aradığımı buluyorum. Onu görüyorum. Bir tek onun rengi gri. O da titriyor benim gibi. Yanıma geldi ve “ hiç kimse atmosfere bu kadar yaklaşmamıştı” dedi.
Sarıldı birdenbire bana ve fısıldadı kulağıma; “Tanrı resim yapıyor ve bizi içine hapsediyor!”
Çıkmalıyız buradan…
(2006)
Comments