top of page
Ara
  • evrimaykan9

Coconut Tree

Güncelleme tarihi: 28 Şub 2022



Hiç elektriksiz bir ortamda kaldın mı? Daha doğrusu tüm dünyayla iletişiminizin kesildiği bir an oldu mu? Düşün ki televizyon yok, internet yok, okuyacak kitap yok. Ne yüz yüze ne de arayıp konuşabileceğin hiç kimse yok, zira telefonunda kontör de yok ve cebinde de paran yok. Çalışacağın, gidip geleceğin bir işin de yok. Öyle bir işe sahip olacağının garantisi de yok. Sadece pasaportunda 3 aylık turist vizesi, telefonunda dev bir müzik listesi ve yüreğinin ta içinde hissettiğin ve adına aşk dediğin derin bir sancı var elinde.



Dördüncü kez geri geldim Tanzanya’ya. Bu sefer kararlıyım, burada yaşayacağım. Bir daha hiçbir yere gitmeyeceğim. Böyle bilinmezlikler içinde, böyle çılgınca bir karar daha önce hiç almıştım. İlk günlerim büyük bir şaşkınlık ve endişeyle geçti. Tanzanya'yı çok iyi bilmeme rağmen kafam çok karışıktı. Hiçbir planım, programım yoktu. Evim barkım yoktu, işim gücüm yoktu, param pulum yoktu. Uçurumdan aşağıya atlar gibi bıraktım kendimi Afrika’nın kucağına. Siyahların ülkesinde ben bir beyaz olmuştum. Afrika'da YinYang’ı yaşamaya koyuldum. Çünkü ben bir Yin'e aşık olmuştum. Günler günleri kovalarken, bahçesinde Coconut ağaçları olan bir ev buldum. Evin yanında, çatısı muz yapraklarıyla kaplı, duvarları da derme çatma ahşap çıtalardan yapılmış bir kilise var. Evde geçirdiğim ilk Pazar gününün sabahında bu kiliseden gelen ilahi sesleriyle uyandım. Saatlerce bozuk, cızırtılı mikrofonla şarkı söylediler. Vallahi illet getirdiler! Neyse ki o pazarı kazasız belasız atlattım ama bu sabah da büyük bir gürültüyle uyandım. Bu sefer kilise değildi beni uyandıran. Yüksekten düşen sert bir cismin gürültüsüydü duyduğum. Ben yerimden sıçrayınca Yin'im, Chris'im koştu bahçeye. Ben anlamadım fakat o kendi topraklarının seslerini çok iyi ayırt edebildiği için o sesin ağaçtan düşen bir coconut’a ait olduğunu anlamıştı.

Gitti bir balta buldu. Coconut’ın kabuğunu kat be kat soydu, içinden çıkan meyveli kısmın kabuğunu kırmak için epeyce uğraştı. Bir şekilde içindeki coconut suyunu dökmeden bana içirmeyi başardı. Sonra da oturup cevizli kısmı ayıkladı. Ve böylece kahvaltımıza dahil edeceğimiz şahane bir coconut’ımız oldu.


Bu sabah kahvaltı da, -ki aslında kahvaltı diyemeyiz buna, çünkü genellikle saat 12'den önce hiçbir şey yemiyoruz - hadi brunch diyelim o zaman biz buna. Şekerim brunch tabağımızda şunlar vardı; haşlanmış yumurta, avakado’nun passion fruite’la mix edilmiş ezme hali, bir dilim ekmek üzerine sürülmüş bal ve kızılcık reçeli, ince ince kıyılmış soğan ve domatesten bir salata, muz dilimleri ve limonlu-zencefilli çayımız… şimdi bu kadar kulağa egzotik gelen bir kahvaltı tabağını dünyanın başka neresinde bulabilirsin?... Bana soruyorlar; Neden Tanzanya? Şekerim işte ben buranın kafana coconut düşme ihtimalini ve tropik kahvaltı çeşitlerini seviyorum…


Sonra mesela akşam yemeğine ne yiyeceğimi düşünüyorum. Çünkü seçeneklerim kahvaltı kadar geniş değil. Et yiyemiyorum. Memleketten birazcık kuru fasulye, pirinç, erişte, reçel, bal filan getirmiştim. Onlarla idare ediyorum. Öyle dışardan, restorandan sipariş edebileceğim bir durum da yok yaşadığım yerde. Öyle McDonalds’lar, pizzacılar filan! Lokaldeki yiyecekler çok ucuz fakat benim bünye kaldırır mı bilmem! Buradaki en meşhur lokal yiyecek Chips Mayayi. Bildiğin bizim patatesli yumurta. Fakat gece-gündüz onu yiyorlar, içki içtikten sonra, içmeden önce, her an her saniye her durumda yenilen bir sokak lezzeti. Efsane yiyeceği yani buranın. Fiyatı da yaklaşık 10 Türk Lirası karşılığı. Şehir merkezinde istediğin yemeği istediğin lüks restoranda yiyebilirsin elbette fakat bir öğüne en az 100 TL verebilmen gerekiyor. Çünkü o restoranlara sadece burada yaşayan zengin beyazlar gidebiliyor. Ben memleketimde orta sınıf bir beyaz yakalı iken bile dışarıda yediğim yemeğe böyle bir bütçe ayıramıyordum. Burada bu şartlarda bunu yapmam ise imkansız. O zaman iş başa düşüyor. Kendin pişir, kendin ye kızım!


Büyük bir zevkle yemeğimi tek gözlü bir ocakta pişiriyorum. Sevgilim işten geldiğinde ise bana envai çeşit tropikal meyveler getirmiş oluyor ve o meyvelerle şimdiye kadar hiç tatmadığım lezzette meyve salataları yapıyor. Bir gün o hazırlıyor bir gün ben hazırlıyorum yemeği fakat fark ettim ki yemek yapma konusunda o benden çok daha yetenekli. Asla akıl edemeyeceğim farklı tatları bir araya getiriyor. Çünkü yemek yemeyi seviyor. Yemek yemenin hayattan tat almakla ilgili olduğunu düşünüyor. Günde iki ana öğünümüz var. Öğlen yediğimiz kahvaltılar ve akşam 9’dan sonra yediğimiz akşam yemekleri. Aralarda ise genellikle meyve, çay, kuruyemiş ya da hiçbir şey yemeden durarak geçiyoruz.


Sen hiç bedenini dinleyecek duruya sahip oldun mu? Ben oldum! Uzun saatler aç kalmak değildi niyetim, bedenimin bana anlattıklarını dinlemeyi öğrendim. Ve fark ettim ki bedenim bu durumdan çok hoşnut. Çok hafif hissediyorum kendimi. Ve çok fazla tropikal meyve yediğim için böyle ekşi tatlı bir insana dönüşüyorum her geçen gün. Sanırım kendimden hoşlanıyorum!


Fakat kendime çok kızdığım anlar da oluyor! Nefret edercesine kendimden! Yine yeniden kalbimin sözünü dinleyip, yine yeniden aşkı seçtiğim için, yine yollara düşüp bir belirsizliğe sürüklendiğim için. Dile kolay 40’lara yaklaştığım ömrümde üçüncü kez yeni bir hayat kuruyorum yabancı bir memlekette. Ve hele o memleket Afrika ise! Tekrar sıfır noktasından başlıyorum ve bunun hiç kolay olmadığını görüyorum. Neden hep zor yolu seçiyorum bilmiyorum ama emin olduğum tek bir şey var ki, o da kolay olanı değil hep doğru olanı seçmeye çalışıyorum. Doğruysa neden kızıyorum kendime onu da bilmiyorum? Belki yanlışlarla dolu bir dünya da yaşarken doğrular canımı sıkıyordur sadece.


Herkes yanlış yaptığınızı söyler. Yanlış adamı seçtiğinizi, yanlış işi seçtiğinizi, yanlış hayatı seçtiğinizi söylerler. Ve bunu kanıtlamak için de pusuya yatmış, ömürlerinin sonuna kadar sabırla beklerler. Yanıldığınızı, yıkıldığınızı görmek isterler. Kendi iyilikleri için bu gereklidir. Ben kendi doğrumun peşinden gittiğim için onların algısını bükmüşümdür, onların doğrusunu yıkmışımdır ve bu da onların hiç hoşuna gitmez. Bu yüzden canımı sıktılar. Ama beni tanımıyorlar. Şimdi sakince oturup düşününce palmiye ağacının altında anlıyorum kendimi, beni, ben’deki sizleri… Hiç kimseye hiç bir şeye kızgınlığım yok aslında. Şu an en çok da olmak istediğim kişiyim, varmak istediğim yerdeyim, özümdeyim, kendimdeyim, bir hiçim ve aynı anda her şeyim ve en çok olmak istediğim yerde, en çok aşık olduğum adamla beraberim. Hiç bu kadar primitif, bu kadar basit bir gerçeğin peşinden gitmemiştim daha önce. Yani özünde barınma, yeme ve üreme ihtiyacından ötesi nedir ki hayat? Benim piknik tüpünde ya da bahçedeki odun ateşinde yemek yapmamla senin o çok fonksiyonlu, yüksek teknolojili ocağın arasındaki farkı bana söyler misin? Zahmet etme ben söyleyeyim; ben Afrika'da saf bir gerçeği yaşıyorum sen ise bir illüzyonu. Sana nasıl anlatayım bu sahip olduklarının sadece bir yanılsama olduğunu, aslında hiçbir şeyin sahibi olamayacağını sana nasıl anlatayım! Bedenin bile sana ait değil. Evlatların bile sana ait değil. Yarın seni illet bir hastalık yakaladığında ya da bir doğa felaketiyle karşılaştığında nasıl vaz geçeceksin sahip olduklarından. Sana nasıl anlatayım, bana “Hak ettiğin hayat bu değil!” derken beni yücelttiğini sananlar, aslında içindeki kibri ortaya koyarak beni ve seçmiş olduğum bu mütevazi hayatı, seçmiş olduğum bu mütevazi adamı büyük bir cüretle küçümsemeye çalışırlar...


Açıkçası anlatmak zorunda değilim ama yazarken, paylaşırken ferahlıyorum. Kimse için yapmıyorum bunu. Sizin benim hikayemi bilmeniz ya da beni ve yaptıklarımı onaylamanız da umurumda değil. Sadece benimle aynı Tanrı’ya inanan ve hala sevgiye, aşka, özgürlüğe, eşitliğe değer verenlerin varlığını bilmek bu dünyayı biraz daha yaşanılır kılıyor. Hepimiz benzer duygular yaşıyoruz özümüzde. Hepimizin kalın bağırsağı 8,5 metre. Ama maalesef bazılarımız bağırsakla beyin arasındaki bağı, bazılarımız ise üreme organları ile kalp arsındaki bağı kuramıyor. Bazılarımız çok cesur, bazılarımız çok korkak. Bazılarımız çok meraklı; dokunarak, tadarak, hissederek, düşerek kalkarak yaşamak isteyenler var aramızda belki, olamaz mı? Birbirimize ve seçimlerimize saygı duymak bu kadar zor mu? Herkes kendi zamanında, kendi deneyimini yaşıyor olamaz mı?


Mutluluğa ancak parayla sahip olunacağını sananlara da birkaç lafım var. Zira ben beş kuruşsuz bir hayat yaşıyorum şu sıra ve sanırım mutluluk burada. Yarın ne yiyeceğimi bilmiyorum. Ne giyeceğimi de bilmiyorum. Çünkü her gün kıyafet değiştirmemi gerektiren bir durum yok. Yarın hakkında hiçbir planım yok. Hayatım boyunca hayata hiç bu kadar teslim olmamıştım. Ben gözümü açıp nefes almaya başlayınca gün bana neye ihtiyacım varsa onu veriyor zaten. Hemen yaşadığım evin iki sokak ötesinde bir mahalle pazarı var. Cebimde sadece 10 kuruş var, 1 kuruşa bir limon, 3 kuruşa bir zencefil, tanesi 2 kuruştan 2 soğan ve 2 domates alıp eve geri geliyorum. Param bu kadarına yetiyor. Eğer mahalle bakkalında bulabilirsem son kalan 1 kuruş ile de günlük internet alıp yüklüyorum. Sevdiklerimi ve maillerimi kontrol edip, datamı kapatıyorum. Zira kimseyle online bağlantı kurma ihtiyacı duymuyorum. Çünkü dostluk ilişkilerim bu süreçte telepatik bir hal aldılar. Gönülden bağlı olunca mesafelerin hiçbir önemi kalmadı. Gerçek dostlar ve yalancılar ise bir güzel tarafımdan ayıklandı.


Bir yıllık seyahatimin ardından şimdi hiç planlamadığım şekilde, hiçbir dostumun yanımda olmadığı bir ülkeye yerleşmeye karar veriyorum. Hayatın insanı nereye getireceğini kestirmek çok zor. Dün bir ofiste "Tasarımcılık" oynuyordum bugün ise "Ev Hanımlığı". Yani yemek yapmak, temizlik yapmak, sevgilini işe uğurlamak filan, bunlar benim kuşağımın, eğitimli, bilgili, görgülü, özgürlükçü hatunların yapacağı işler değil. Fakat meğerse ben bunu hep istemişim. Evde oturayım, basit işler yapayım, eve ekmek getiren adamın yolunu gözleyeyim filan… Ben niye bu kadar direnmişim bu hayata? Oh mis gibi işte. Hayalini kurduğun her şey önümde. 15 yıllık çalışma hayatı çok yormuş beni. Şimdi burada hiç bir şey yapmadan nasıl zaman geçiyor anlayamıyorum. Bazen zaman durma noktasına geliyor, o zaman işte “an” lar başlıyor. Biriktiriyorum "O An'ları"


Bir an var mesela; sevgilinin dudağına kondurduğu bir öpücük, bir an var mesela, Hint okyanusunun esintisi pencerelerden içeri girip yüzüme vurunca hissettiğim o ferahlık, bir an var mesela, çamaşır makinamız olmadığı için evin arka bahçesinde yıkadığımız kirli çamaşırlarımız… Geçmişin kirlerini temizledik mesela. İki tabure altımıza, iki de leğen önümüze, oh dökülsün kirli çamaşırlar! O an var ya işte "O An!" asla unutmayacağın bir an.

O kadar kalpten, içten, o kadar doğal, o kadar kaygısız, korkusuz, beklentisiz bir an ki… Düşünsene yanındaki dev pazulu adam 300 kiloluk deadlift yapabilecekken seninle beraber leğende çamaşır yıkıyor, felsefe konuşuyor, hayattan, insanlardan, geçmişteki çocukluk anılarından, geçmiş sevgililerinden filan konuşuyor, bazen hiphop, rap filan söylüyor ve sen o an sadece zaman dursun istiyorsun. O anlar hiç bitmesin istiyorsun.


Fakat gel gör ki, sonlu bir dünyada yaşıyoruz. Sonu gelecek olan bir ömrün telaşı kaplıyor insanı o anların içindeyken. Kısacık ömrüne çok şey sığdırmak istiyor ama bunu nasıl yapacağını bilmiyor insan evladı. Bu yüzden tatmin olmuyor. Emek vermeyi bilmiyor. Ya da emek verdiği, sevgi verdiği, para verdiği ya da zaman harcadığı her şeye ölümüne sahip olmak istiyor. Yani bir çiçeğe su verdin diye, onu çok sevdin diye kopartmak zorunda mısın toprağından? Vazgeçmeyi bilmiyoruz ya da özgürce sevmeyi. Bir şeyi insanca sonlandırmayı bilmiyoruz. Ama bir tarafımız da yeni başlangıçlar için sonlara ihtiyaç olduğunu biliyor. Yaratımın kodu bu. Yani gün bitmeli ki, yeni bir gün doğsun, yani yaz bitmeli ki kış gelsin. Tıpkı ölüm olmadan doğumun olmadığı gibi. Buna karşı koyabilir misin? Bu muhteşem dengeyi bozmaya cüret edebilir misin? Her şey biter, her şey geçer, geriye izler kalır. Yaptığımız her seçim, attığımız her adım evrenin hologramında, yani o büyük bulutta kayıt altına alınır. O büyük data günün sonunda fizikteki bilinmeyen madde'ye dönüşüyor. O madde belki ilk bigbang'e neden olur, o madde belki bundan sonra olacak olan başka bigbang'lere de sebep olur. Her yaşam döngüsü kendini tamamladığında yeni bir patlama gerçekleşir. Bu yüzden o holograma ne iz bırakacağına dikkat et. Senin o zavallı insan varlığından ötesi var bu sonsuz kaynakta. Hayata böyle baksan daha güzel olabilirdi belki her şey. Nerede ne iz bırakacağına karar verme özgürlüğün varken hayatını dönüştürebilirsin. Ama öte yandan koca bir ömrü çarçur etme hakkın da var. İstersen bu hakkını kullan... sana kalmış… günün sonunda kendinle gurur duymalısın ne yaşarsan yaşa… kimsenin bana dayattığı hayatı değil kendi seçimlerimi cesurca yaşadım deme cüretin olsun... Ben bu cürete sahip oldum ama çok korktum. Bu korkuya rağmen bu korkuyla beraber yürüdüm.


Karbon ayak izinden bahsediyor bugünkü modern dünya. Doğaya sahip çıktıklarını söyleyenlerin yüzde kaçı evlerindeki çamaşır makinalarından, bulaşık makinalarından, lüks arabalarından, deri çantalarından vaz geçebildiler? Kaçınız et yemekten vazgeçti? Kaçınız özel güvenlikli apartmanlarınızı terk etti? Kaçınız konfor alanından çıktı? Kaçınız yer yatağında yattı? Kaçınız bir öğün yemeğinizden vazgeçip bir açı doyurdu? Elinde varken vermek kolay peki ya hiçbir şeyin yokken yine de vermeyi (paylaşmayı değil!) tercih edebilir miydin? Evet kendinden, egondan, gururundan, bencilliğinden vazgeçebilirsen, evet hiçbir şeyin yokken bile hala verecek çok şeyin vardır. Sevgin var mesela, şefkatin var, deneyimlerin var, zamanın var mesela diğerlerine verecek. İyi olmayı, iyi kalmayı, iyiyi tercih etme şansın var mesela. O zaman karbon ayak izinden bahsedebilirdik. Hala riyakar ve bencilce yaşarken doğa savunuculuğu yapmak ne haddimize. İnsan doğasını çözmek öncelikli meselemiz. Sevgi, şefkat ve bilgiyle donatılmış hiçbir canlı doğaya kasıtlı zarar veremez.


Lafın kısası, hayat size ihtiyacınız olan her şeyi vermeye hazır dostlarım, ama eğer onunla iyi anlaşamazsan her şeyi almaya da muktedir. Bize düşen bu yolculuğun keyfini çıkarmak, bahşedilen hayatın hakkını verebilmek, kendi evrimlerimizi tamamlayabilmek. Birileri hayatımıza girer, çıkar. Sen tapınaksın, onlar yolcu, uğrarlar mabedine ve zamanı gelince kendi yolculuklarına devam ederler. Bazen roller değişir, sen yolcu olsan da kendi tapınağını asla terk etme, o tapınak sana emanet, iyi bakmak zorundasın bedenine, şükran duymalısın varlığına. Maddelere sahip olursun bazen, bazen kaybedersin elindekileri; kolyeni kaybedersin bazen, bazen daha büyük şeyleri; işini, evini, aileni belki karını, kocanı, belki evladını kaybedersin... Yeter ki aklını ve onurunu kaybetme! Yerine koyamazsın onlar gidince.


Düşeriz bazen hepimiz. “Fizik kurallarına göre, sırtını dayadığın bir nesne birdenbire giderse sen de o yöne doğru devrilirsin. Yani bunun güçsüzlükle alakası yok” demiş Freud kızına yazdığı mektupta. Düşmek bir fizik kuralıysa senin suçun yok bunda. Bir Coconut kadar cesur olmalı insan yüksekten düşerken. Sağlam bir kabuğun varsa asla değerinden bir şey kaybetmezsin.


Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page