top of page
Ara
  • evrimaykan9

Bir Dağ Gibi Düşünmek

Güncelleme tarihi: 21 Kas 2023


@Artvin/Alanbaşı Köyü


Bir kavramı, bir olayı, bir deneyimi, bir insanı anladığını sanıyorsun, ta ki o “şey”le gerçekten yüzleşene kadar! Bir klişeyi yaşadım, bir beyaz yakalı olarak ben de işimden istifa ettim ve biraz seyahat ettikten sonra köyüme geri döndüm. "Geri döndüm" diyorum, çünkü zaten oradan başlamıştım hayata. Buraya kadar her şey normal. Ama asıl hikaye şöyle başlıyor aslında. Çok zorlu bir coğrafyada, çok çetin şartlarda dünyaya gelmiş bir kız çocuğu düşünün. Köyde doğmuş şehirde büyümüş, ne köylü ne şehirli olabilmiş. Baba emekli olunca ailesi köye geri göçmüş. O ise şehirli hayatına devam etmiş. Fakat yıllar sonra ilk defa bir sonbahar hasadında, uzunca bir süre köyde ailesiyle kalmayı tercih etmiş. Ve gerisi unutulmaz bir hikaye benim için...


Hiçbir zaman köy yaşantısından uzak olmadım. Hemen hemen her yıl, yaz aylarında köyümüzü ziyaret ederdim. Fakat yıllık izinlerimde kullandığım ufak tatillerin ötesine geçemiyordu bu ziyaretler. Şifacı bir annenin ve elinden her iş gelen bir babanın kızı olarak hayatım boyunca onlar kadar girişimci, onlar kadar cesur, sabırlı ve dirençli olmayı diledim. Onlar gibi olmaya yaklaştım ama hiçbir zaman gerçek anlamda“oldum ben!” diyemedim. “Olmak” ömür boyu süren bir hal! Bazen hiç "olamadan"da göçüp gidebiliyor insan bu hayattan. Koca hayatı hep zarar ziyan olan bir sürü insan tanıyorum.


Bana öğretilen en büyük erdem "alçak gönüllü olmak" idi bu ailenin içinde. Çünkü “dolu başakların boynu bükük olur” derdi rahmetli ninem. Cebimizi değil aklımızı, gönlümüzü ve hayatımızı doldurmayı öğrettiler bize. Hal böyle olunca parayı hiç kovalamadım, kariyer hayalleri kurmadım hiç. Lüks rezidanslarda yaşamak ya da Chanel çanta sahibi olmak motive etmedi beni hiçbir zaman. Otuz yıllımı geçirdiğim Istanbul’da yeteri kadar “şehircilik” oynamış ve on beş yıldır da kapalı ofislerde yeteri kadar “tasarımcılık” yapmıştım ve çok yorgundum.


Gönül işleri dersen, gelen aşka gelme, giden aşka da gitme demedim. Kalp kırıklıkları ve hayat bana öğretti ki, aşk dışarıda aranan ya da bulunan bir şey değilmiş. Öz-sevgi, doğa sevgisi, insan sevgisi, var oluşa duyulan nice güzel sevgiler varmış ve yetermiş aslında hepsi...


Şimdi tüm bu süreçlerden sonra, bir sonbahar hasadında babamla beraber yaptığım ağır köy işlerinden aldığım hazzı, annemle üzümden pekmez, sütten kaymak, kaymaktan tere yağ, buğdaydan un, undan ekmek ve ekmekten de koskocaman bir sevgi ve şükran yaratmanın bana verdiği hazzı ne verebilir ki?


Köyde kaldığım süre içinde öğrendiğim nesilden nesile aktarılan tüm kadim bilgilerin değeri ne ile ölçülebilir ki? Babamın arı kovanlarını kışa hazırlamasına yardım ederken “ben olmasam da artık sen bu arıcılık işini öğrendin, kendi başına da yapabilirsin, di mi?” sorusunun beni nasıl acıttığını, babamın bir gün bu dünyada olmama ihtimalini dahi düşünmenin canımı nasıl acıttığını size nasıl anlatabilirim? Onun da aynı oranda canının yandığını bile bile bana yok oluşu da hatırlattığı ve dünyanın bu hallerine de beraber hazırlandığımız gerçeğini ne değiştirebilir?


Arıların var-oluşu anlamamızı sağlayan müthiş akıllı yaratıklar olduğunu, onlardan korkmadığınız zaman size saldırmadığını, bir kere sokulduktan sonra kendimi onlara bıraktığımı ve arı sokmasının çokta korkunç bir şey olmadığını ve doğada durup dururken hiçbir canlının diğer bir canlıya zarar vermediğini biliyor muyuz? Bu hayat çemberinin içinde arılar ne denli zararsız ve üretkense, insanlar da o denli zararlı ve tembel gibi geliyor bazen bana.


Evrim sürecine ve avcı-toplayıcı toplulukların tarihine baktığımda anlayabiliyorum ama bugün hala insan ırkının neden avcılığa merak duyduğunu anlamakta zorlanıyorum. Belki, bazen evlerini ve topraklarını korumak adına bazen de belki sadece kalıtımsal bir içgüdüyle yapıyorlar bunu. Yaşadığımız köyde bu içgüdüsünü kontrol edemeyen bir sürü vahşi insanla karşılaşmak mümkün. Köyümüz 1200 metre rakımda, sarı çam ağaçlarıyla çevrili bir dağın yamacında. Bu yüzden hayvanlarla içli dışlı yaşarız. Bazen biz onların yaşam alanlarına gireriz bazen de onlar bizim. Boz ayılar, kurtlar, yılanlar, tilkiler ve yaban domuzlarıyla köşe kapmaca oynarız. Örneğin yaz aylarında oldukça fazla kişinin zehirli yılanlar tarafından ısırıldığını biliyorum. Yaban domuzları ise daha geçen gün bizim mısır tarlasını talan ettiler. Tüfeğini kapan domuz kovalıyor. Tilkiler de tavukları kovalıyor. Güçlü ve akıllı olan kazanıyor.


Geçenlerde köy halkından birinin nasıl da acımasızca bu dağlarda avlandığından bahsediliyordu. Bu kişi kurt yavrusu, ayı yavrusu gibi hayvanları avlarmış hep. Çoğalıp üremesinler, insanlara ya da tarlalara zarar vermesinler diye öldürdüğünü söylüyormuş herkese. Ve sonra tuhaf bir kesit yaşanıyor adamın hayatında; adamcağız bir gün kendi yavrusunu bir kaza sonucu kaybediyor. Bir yavruyu kaybetmenin acısını derinden hissettiğine eminim. Ben bu hikayeyi duyduğumda ise onun acısı yavrusunu kaybeden boz ayının, dağ keçisinin, bıldırcının acısı ile birleşerek tüm bedenimi sarstı.


Yine çok sarsıldığım bir hikayeyi ise bizzat kendim yaşadım. Babamla bir sabah; her sabah yaptığımız gibi ineklerimizi çayıra bağladık ve kuru odun toplamak üzere yakındaki yamaçlara doğru yola çıktık. Açık güneşli bir gündü ve ben babamla böyle bir gün geçireceğim için çok heyecanlıydım. Yükseklere doğru çıktıkça önümde devleşen dağları hayranlıkla izliyordum. Bir yandan da çamurlu, engebeli bu dağ yolunu nasıl aşacağız diye kara kara düşünüyordum. Babamın keyfi ise gayet yerinde, ıslıkla türküler söylüyor, emektar Tofaş’ını 4 çeker Jip gibi dağ yollarına vuruyordu. En tepeye vardığımızda, arabayı güvenli bir yere çekip durduk. Sabah serinliği çıplak ellerimi ve yüzümü ısırıyordu. Babam "sen arabada bekle, sana ihtiyacım olursa bağırırım gelirsin yanıma" dedi ve ormanın derinliklerinde kayboldu.


Kafam karışıktı ve ciğerlerim mis gibi oksijen dolmuştu. Dağ kafası yaşıyordum ve olduğum halden çok mutluydum. Arabadan çıktım ve dev bir kayanın üzerine oturdum. Müthiş bir sessizlik içinde karşımdaki dağın sisli bulutların ardından belirmesini izliyordum. Dağ görünmeye başladıkça hayretten ve hayranlıktan üzerinde oturduğum kaya gibi taş kesildim. O an sadece sanki birbirleriyle konuşan ağaçların çıtırtısını ve hemen yanımdaki su gözesinden akan suyun şırıltısını duyuyordum. Kafamın içindeki ses karşımdaki dağlarla “Aman Allahım! Çok güzelsiniz ve çok yücesiniz!” diye konuşuyordu. Bir mantra gibi sürekli aklımda bu cümle dönüyordu. Nefes alır ve nefes verir gibi... çok güzelsiniz, çok yücesiniz, çok güzelsiniz, çok yücesiniz... O kayanın üzerinde kaç dakika oturduğumu hatırlamıyorum. Sanırım derin bir trans halindeydim. Zaman ve mekan algımı kaybetmiştim. O an bu mucizevi güzellik karşısında kendimi çok küçük hissettim. Göz yaşlarım yanaklarımdan süzüldü, artık soğuktan yüzüm uyuştuğunda ancak kendime gelebildim. Felç olmadan kalksam iyi olur dedim.


Ayağımda ince yazlık spor ayakkabılarım vardı ve yumuşak, balçık toprağın üzerinden kayıyordum. Normalde bulanık göl ve derelerden, dibini göremediğim okyanuslardan, altında ne olduğunu bilmediğim bitki örtüsünden çok korkarım. Böcek ya da sürüngen ya da bir yaratık çıkar diye korkarım. Fakat o an garip bir şey oldu, tüm korkumu kaybettim ve merakla ayaklarımın altındaki o bitki örtüsünü incelemeye başladım. Karma karışık ve çürümüş bu örtünün altında birden bire her şey başka türlü gözükmeye başladı. Bu organik bulamaç altındaki narin çiçekler pırlanta gibi gözüküyordu gözüme. Her şeyi aynı anda görmek gibiydi. Kayalar, ağaçlar, çiçekler, yosunlar, yapraklar, böcekler, organizmalar, kozalaklar her şey sanki ilk defa form kazanıyordu...



Bir süre sonra yaşadığım halüsinasyondan çıkıp babamın gittiği yöne gittim. Ayaklarım nemli çimenlerde kayıyor, dikenli çalılar çıplak ellerimi acıtıyor. Çamurlu dik yamaçta sürünerek tırmanmaya çalışıyordum. En sonunda babamın sesini duymaya başladım ama ardıma baktığımda bu dik yamacı nasıl çıktığımı anlayamadım.


Ben yerlerde sürünürken babam beni yukarıdan izliyormuş meğerse. Babalar hep böyledir, ses etmeden evlatlarını yukarıdan izlerler. "Ne arıyorsun sen oralarda?" dedi. Ben de "inceleme yapıyorum" dedim. Sanırım komik buldu bu söylediğimi. Yandan yandan gülümsedi. "E geldin madem hadi sıva kolları" dedi. Koca koca kuru ağaçları o yamaçlardan yuvarlamaya başladık. Onları böldük parçaladık. Odun dizmek ve arabaya yüklemek meğerse bir sanatmış. Babam da bir sanatçı.


İşimiz bittiğinde çok yorgun ama çok mutluydum. Geri dönüş yolunda cep telefonum çaldı. Arayan annemdi. Bize vereceği kötü bir haber vardı. Sabah çayıra bağladığımız ineklerden biri ölmüş! Sarıkız annemin en sevgili ineği idi. Daha bu sabah Sarıkızı çayıra götürürken onunla konuşmuş, onunla oynamış ve o güzel anı ölümsüz yapmak için fotoğrafımızı çekmiştim.


Ben şoktaydım. Haberi duyan babam ise yıkılmıştı. Tüm neşemiz sönmüş ve içimizi büyük bir keder kaplamıştı. Bastık gaza ve kısa sürede köye vardık. Durumu anladık; ineğimizin ipi çözülmüş ve yakındaki yoncayı çok yemiş, nemli güz yoncası karnında şişmiş ve ineğimiz büyük bir acı içinde, midesi patlayarak ölmüş. Ve bu hadise çok kısa bir sürede olduğu için de müdahale etme şansımız olmamış, olamamıştı....


Sarıkız’ı öyle cansız bedeniyle çayırda yatarken görünce ayaklarımın bağı çözüldü. Yanına çöktüm, ağlamaktan tıpkı onun gibi içim dışıma çıktı. Ben n'olacak şimdi diye sordum, gömmeyecek miyiz dedim. Geri zekalıymışım gibi baktı ikisi de benim yüzüme. O dev gibi cansız bedeni orada öylece bırakmak zorunda kalmak bana çok tuhaf geliyordu. Fakat işte o şehirlilerin özendiği "aman ne güzel köy hayatı, biz de istiyoruz doğal yaşamı!" dedikleri şey bu hikayeden çok uzaktı. Onların hayal ettikleri pürüzsüz bir dünya vardı, oysa her anımız, her günümüz hayat vermek ve hayatta kalmak arasında gidip geliyordu. Doğa ve ölüm karşısında ne kadar aciz olduğumuzu ama tam da bu yüzden yeryüzünün ne kadar kıymetli olduğunu Sarıçamlar ve Sarıkız sayesinde öğrenmiştim bugün.


Öğrenmek en büyük tutkum. Öğrenmeyi öğrenmek! Anlamayı anlamak! Öğrenmenin en iyi yollarından biri “Bir dağ gibi düşünebilmektir” diyor Aldo Leopold. Bir dağ gibi düşünebilmeyi ilk öğrendiği anı anlatan yazar, dünyadaki varlıkların birbiriyle olan karşılıklı ilişkisini de ilk o zaman keşfettiğini söylüyor. Yazar söz ettiği zamanda bir arkadaşı ile öğle yemeği yiyormuş. O sırada aşağıdaki derenin içinde geyiğe benzettikleri bir şeyin akıntıya karşı yüzmekte olduğunu görmüşler. O şey onların bulunduğu kıyıya vardığında, onun bir geyik değil bir kurt olduğunu fark etmişler. Anne kurdun ardı sıra yavruları da neşe içinde onun yanına varmışlar. Leopold ile arkadaşı tüfeklerini peş peşe ateşlemişler. İkisi de “kurtlar azalırsa insanlar tarafından avlanacak geyik sayısı artar” diye düşünmüşler. Ateş etmeyi bıraktıklarında, anne ile yavrulardan biri ölümcül yaralar almış, diğer yavrular ise ortadan kaybolmuş. Leopold hadiseye dair şu sözleri dile getiriyor: “Son nefesini vermekte olan anne kurdun yanına geldiğimizde, gözlerindeki yeşil, öfkeli ateşi görebilmiştik. O zaman, onun gözlerinde, benim için o an yeni ama şimdi çok iyi bildiğim bir şeyi fark ettim. Yalnızca anne kurdun ve dağların bildiği bir şeydi bu!”


Daha sonraki yıllarda kurt neslinin giderek tükendiğine tanık olan yazar, bir yandan da açgözlü ve dizginsiz iştahlı geyiklerin dağları birbiri ardınca istila ettiklerini görmüşler. Ekosistemde yaşayan varlıklar arasında bir ilişki vardır ve bu ilişki, göze görünmese de olağanüstü büyük bir gücü barındırmaktadır. “Şifayı toprağın derinliklerinden çıkarmak” üzere olduğunuz zaman bu güce yaklaşmış bulursunuz kendinizi. Onunla yakınlaşırken onun neye yaradığını görmeyi öğrendiğinizde sevgi ve saygı ile ona hürmet etmeniz kendiliğinden olur.


Köyde bulunduğum süre içinde, okumak üzere, doğal tarım ve şifacılık ile ilgili muhteşem kitaplar almıştım yanıma. Bunlardan bir tanesi Stephen Harrod Buhner’e ait olan “Yeryüzü ile Konuşma Sanatı” idi. İlk defa bu kitapta ismini duyduğum Melekotu(Angelica) bitkisi meğerse benim doğduğum bu topraklarda da yetişirmiş. Özellikle yüksek kesimlerde rastlanırmış bu kutsal ota. Bu otu doğduğum dağlarda aramaya çok niyetlendim ama hava koşullarından ve mevsim geçişinden dolayı doğru bir zaman olmadığına karar verdim. Ama ilk fırsatta onu bulacağımı ve onunla dost olacağımı çok iyi biliyorum. Bin bir derde deva olan Melekotu’nun, üreme organlarındaki ve bağırsaklardaki krampları önleyici, sindirim sistemini düzenleyici, şişkinliği önleyici, soğuk algınlığı veya öksürük durumunda balgam söktürücü, idrar söktürücü gibi bir çok özelliği varmış.

Baldıranlarla aynı soydan geldikleri için benzer özellikleri varmış Melekotu'nun, o yüzden dikkat etmek ve karıştırmamak gerekirmiş. Melekotunun kerevizi andıran kendine has bir kokusu varmış, bu tam olarak onun kokusuymuş, bu kokuyu bilen kişi bu bitkiyi başka bir otla asla karıştıramazmış.


Şifacı bir yazar olan Stephen Harrod Buhner bu bitkiyi dengelerini yitirmiş gibi gözüken kadınlara destek vermesi için kullanıyormuş. Depresyonda olan, histerik astım şikayeti olan, üreme organlarını yitirmiş, kendini başkalarında kaybetmeye meyilli, anoreksiya nevroza hastası ve de ruhsal denge ve güç konusunda bir model ihtiyacı duyan kadınlara genellikle bu bitkiyi öneriyor. Bu bitkiyi ruhsal bir şifalandırıcı olarak kullanırken, onun yalnızca ilaç olarak kullanılması yeterli değildir diyor yazar. Bitkiyle iletişim kurmak üzere onunla oturmak, onu yardım için ikna etmek ve neredeyse aileden biriymişçesine yakınlaşmak gerekir; ta ki o, bir kardeşten farksız olana dek.


“Şeylere oldukları gibi değil olduğumuz gibi bakarız” ya da başka bir deyişle “meseleleri olduğu gibi değil kendi olduğumuz gibi görürüz.” Yakın bir dostum hatırlatmıştı bunu bana. Üzerine çok düşünmemi sağladı. Eskiden baktığım ve gördüğüm şeylerin ne kadar değiştiğini fark ettim. Çünkü ben değişmiştim. Geçmişte olduğum şeyden bugün olduğum şeye dönüşmem en çok da Afrika'ya yaptığım seyahat ve ardına da doğduğum köyde bir süre yaşama fırsatı bularak olmuştu. Hayatımın bu döneminde bana beni hatırlatan, beni ben yapan, beni şifalandıran her canlıya, her varlığa, her yola, her bilgiye şükranla doluyum.


Güzel gözle baktığım, beslediğim her şeyin bana geri döndüğünü görüyorum. Güzel bakmayı ve sabırlı olmayı öğrendim. En önemlisi "Bir Dağ Gibi Düşünmeyi" öğrendim. Dönüşmeyi ve dönüştürmeyi öğrendim. Emek vermenin gerçekte ne demek olduğunu şimdiye kadar bilmediğimi fark ettim. Doğu felsefelerinde hep o bahsi geçen “akışta kal” halini Çoruh'a kıyısı olan herkes hisseder bu coğrafyada. Bunun için uzak doğuya, uzak diyarlara gitmeye gerek yoktur. Doğa ile iç içe yaşarken teslim olmanın, kontrolü doğaya bırakmanın hepimizin hayrına olacağını biliriz bizler.


Bir kavak ağacının çıkardığı melodiyi dinlemenizi, çöl sıcağı yaşarken bir ceviz ağacının altındaki serinliği hissetmenizi, üretmeden tüketmenin yanlışlığını ve "şey"lere emek vererek sahip olmanın yarattığı hazzı tatmanızı rica ediyorum. Son olarak hızla çöken ekonomik sistemler ve iklim değişikliklerinden sonra dağlara, derelere, ormanlara kaçmaktan başka çaremiz olmadığını biliniz. Sizi bilmem ama ben bir “Melekotu” gibi yaşamaya karar veriyorum artık. Belki bir dağ yamacında, belki de Çoruh'un kıyısında bulursunuz beni. Yeryüzüne, kendime ve diğerlerine şifa olmaktır tek niyetim bundan sonra. Hala yarınların bize ne getireceğini, nerede, ne yapacağımı bilmiyorum ama en azından nasıl yaşayacağımı çok iyi biliyorum...

384 görüntüleme5 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page