top of page
Ara
  • evrimaykan9

Bir Dağ Gibi Düşünmek

Güncelleme tarihi: 24 Nis 2022


@Artvin/Alanbaşı Köyü


Bir kavramı, bir olayı, bir deneyimi, bir insanı anladığını sanıyorsun, ta ki o “şey”le gerçekten yüzleşene kadar! Bir klişeyi yaşayarak, bir beyaz yakalı olarak ben de işimden istifa ettim ve biraz seyahat ettikten sonra köyüme geri döndüm. "Geri döndüm" diyorum, çünkü zaten oradan başlamıştım hayata. Buraya kadar her şey normal. Ama asıl hikaye şöyle başlıyor aslında. Çok zorlu bir coğrafyada, çok çetin şartlarda dünyaya gelmiş bir kız çocuğu düşünün. Köyde doğmuş şehirde büyümüş, ne köylü ne şehirli olabilmiş. Baba emekli olunca ailesi köye geri göçmüş. O ise şehirli hayatına devam etmiş. Fakat yıllar sonra ilk defa bir sonbahar hasadında, uzunca bir süre köyde ailesiyle kalmayı tercih etmiş. Ve gerisi unutulmaz bir deneyim ve muhteşem bir yüzleşme!


Hiçbir zaman köy yaşantısından uzak olmadım. Hemen hemen her yıl, yaz aylarında köyümüzü ziyaret ederdim. Fakat yıllık izinlerimde kullandığım ufak tatillerden öteye geçemiyordu bu ziyaretler. Şifacı bir annenin ve elinden her iş gelen bir babanın kızı olarak hayatım boyunca onlar kadar girişimci, onlar kadar cesur, sabırlı ve dirençli olmayı diledim. Birazcık oldum da galiba! Ama hiçbir zaman “Oldum ben!” diyemedim. “Olmak” ömür boyu süren bir hal! Bazen hiç "olamadan" da göçüp gidebiliriz bu hayattan. Koca hayatı hep zarar ziyan olan bir sürü insan tanıyorum.


Benim bu mütevazi ailede öğrendiğim ilk şey "alçak gönüllü olmak". Çünkü “dolu başakların boynu bükük olur!” derdi rahmetli nenem. Cebimizi değil aklımızı ve gönlümüzü doldurmayı öğrettiler bize. Hal böyle olunca kariyer hayalleri kurmadım hiç. Lüks rezidanslarda yaşamak ya da Chanel çanta sahibi olmak motive etmedi beni hiçbir zaman. Otuz yıllımı geçirdiğim Istanbul’da yeteri kadar “şehircilik” oynamış ve on beş yıldır da kapalı ofislerde yeteri kadar “tasarımcılık” yapmıştım ve çok yorgundum.


Gönül işleri dersen, gelen aşka gelme, giden aşka da gitme demedim. Kalp kırıklıkları ve hayat bana öğretti ki, aşk dışarıda aranan ya da bulunan bir şey değildir. Öz-sevgi, doğa sevgisi, insan sevgisi, var oluşa duyulan sevgi bizi yeterince doyuruyor ve besliyor.


Şimdi tüm bu süreçlerden sonra, bu sonbahar hasadında, bir erkek çocuğu gibi babamla yaptığım ağır köy işlerinden aldığım hazzı, annemle üzümden pekmez, sütten kaymak, kaymaktan tere yağ, buğdaydan un, undan ekmek ve ekmekten de koskocaman bir sevgi ve şükran yaratmanın bana verdiği hazzı ne verebilir?


Köyde kaldığım süre içinde öğrendiğim nesilden nesile aktarılan tüm kadim bilgilerin değeri ne ile ölçülebilir? Babamın arı kovanlarını kışa hazırlamasına yardım ederken “ben olmasam da artık sen bu arıcılık işini öğrendin, kendi başına yapabilirsin, di mi?” sorusunun beni nasıl acıttığını, babamın bir gün bu dünyada olmama ihtimalini dahi düşünmenin canımı nasıl yaktığını size nasıl anlatabilirim? Onun da aynı oranda canının yandığını bile bile bana yok oluşu da hatırlattığı ve dünyanın bu hallerine de beraber hazırlandığımız gerçeğini ne değiştirebilir?


Arıların var-oluşu anlayan müthiş akıllı yaratıklar olduğunu, onlardan korkmadığınız zaman size saldırmadığını, bir kere ısırıldıktan sonra kendimi onlara bıraktığımı ve arı ısırığının çokta korkunç bir şey olmadığını ve doğada durup dururken hiçbir canlının diğer bir canlıya zarar vermediğini biliyor musunuz? Arılar ne denli üretkense, insanlar belki de tüm bu sistemin içindeki o denli zararlı...


İnsanların avcılığa neden ilgi duyduklarını anlamakta zorlanıyorum. Belki, bazen evlerini ve kendilerini korumak adına bazen de belki avcı toplumlardan kalma kalıtımsal bir içgüdüyle yapıyorlar bunu.


Biz de 1200 metre rakımda, sarı çam ağaçlarıyla çevrili bir dağın yamacında yaşadığımız için bu vahşi doğada her türlü "vahşi insan" ve hayvanla karşılaşabiliyoruz. Bölgemizde en çok bilinen ve görülen türler; boz ayılar, kurt, yılan, tilki ve yaban domuzları gibi hayvanlar. Örneğin yaz aylarında oldukça fazla kişinin zehirli yılanlar tarafından ısırıldığını biliyorum. Yaban domuzları ise daha geçen gün bizim mısır tarlasını talan ettiler. Tilkiler ise tavuklarla köşe kapmaca oynuyor. Oldukça tehlikeli olan bu oyun doğa ile yapılmış gizli bir anlaşma sanki. Güçlü olan kazanıyor. İnanılmaz bir güç savaşı yaşanıyor. Zira bazen rövanşta alabiliyor doğa, ki genellikle alır! Ben iyi ve kötü karmaya inanıyorum.


Geçenlerde köy halkından birinin nasıl da acımasızca ve usulsüzce bu dağlarda av yaptığından bahsediliyordu. Bu kişi kurt yavrusu, ayı yavrusu gibi hayvanları avlarmış hep. Çoğalıp üremesinler, insanlara ya da tarlalara zarar vermesinler diye öldürdüğünü söylüyormuş herkese. Ve sonra tuhaf bir kesit yaşanıyor adamın hayatında; adamcağız bir gün kendi yavrusunu kaybediyor. Gencecik oğlu bir kaza sonucu ölüyor ve bir yavruyu kaybetmenin acısını garip bir tesadüfle kendisi de tadıyor.


Ben bu acı hikayenin şokunu üzerimden atamadan başka bir şeyle yüzleştim bu topraklarda. Babamla bir sabah, her sabah yaptığımız gibi ineklerimizi çayıra bağladık ve kuru odun toplamak üzere yakındaki yamaçlara doğru yola çıktık. Açık güneşli bir gündü ve ben babamla böyle bir gün geçireceğim için çok heyecanlıydım. Yükseklere doğru çıktıkça önümde devleşen dağları hayran hayran izliyordum. Bir yandan da çamurlu, engebeli bu dağ yolunu nasıl aşacağız diye kara kara düşünüyordum. Babamın keyfi ise gayet yerindeydi, ne yapacağını bilir vaziyette, emektar Tofaş’ını 4 çeker jip gibi dağ yollarına vuruyordu. En tepeye vardığımızda, arabayı güvenli bir yere çekip durduk. Sabah serinliği çıplak ellerimi ve yüzümü ısırıyordu. Babam "sen arabada bekle, sana ihtiyacım olursa bağırırım gelirsin yanıma" dedi ve ormanın derinliklerinde kayboldu.


Kafam karışıktı ve ciğerlerim mis gibi oksijenle dolmuştu. Dağ kafası yaşıyordum ve olduğum halden çok mutluydum. Arabadan çıktım ve dev bir taşın üzerine oturdum. Müthiş bir sessizlik içinde karşımdaki dağın sisli bulutların arasından yavaş yavaş belirmesini izledim. Hayretle ve hayranlıkla, üzerinde oturduğum taş gibi taş kesildim. Sesler duymaya başladım. O an sadece, sanki birbirleriyle konuşuyormuş gibi ormandaki ağaçların huzur veren çıtırtısını ve hemen yanımdaki bir su gözesinden çıkan suyun şırıltısını duyuyordum.

Kafamın içindeki ses karşımdaki dağlarla “Aman Allahım! Çok güzelsiniz ve çok yücesiniz!” diye konuşuyordu. Bir mantra gibi sürekli aklımda bu ses yankılanıyordu. Nefes alır ve nefes verir gibi... çok güzelsiniz, çok yücesiniz, çok güzelsiniz, çok yücesiniz...


Orada kaç dakika oturduğumu hatırlamıyorum. Sanırım derin bir trans halindeydim. Zaman ve mekan algımı kaybetmiştim. O an bu mucizevi güzellik karşısında kendimi çok küçük hissettim. Göz yaşlarım yanaklarımı iyice soğuttuğunda ancak kendime gelebildim. Ve artık felç olmadan yerimden kalkmam gerek diye düşündüm.


Ayağımda ince yazlık spor ayakkabılarım vardı ve balçıklı zeminde bastığım yerlere dikkat etmek zorundaydım. Normalde bulanık göl ve derelerden, dibini görmediğim okyanuslardan, altında ne olduğunu bilmediğim bitki örtüsünden çok korkarım. Böcek ya da sürüngen ya da bir yaratık çıkmasından korkarım. Fakat o an garip bir şey oldu ve ben korkusuzca ve merakla ayaklarımın altındaki o bitki örtüsünü incelemeye başladım. Karma karışık ve çürümüş bu örtünün altında birden bire her şey bana bambaşka gözükmeye başladı. Bu bulamaç altından çıkan narin, renkli çiçekler elmas taşlar gibi gözüküyordu gözüme o an. Hepsini ve her şeyi görmeye başladım. Kayalar, ağaçlar, çiçekler, yosunlu bitkiler, yapraklar her şey sanki ilk defa bu şekilde görünüyordu gözüme.


İzleri takip ederek babamın gittiği yöne doğru tırmanmaya başladım. Ayaklarım nemli çimenlerde kayıyor, dikenli çalılar çıplak ellerimi acıtıyor. Çamurlu dik yamaçta sürünerek tırmanmaya çalışıyordum. En sonunda babamın sesini duymaya başladım ama ardıma baktığımda, "çıktım ama ben bu yamaçtan nasıl aşağı ineceğim" diye hayıflandım.


Ben yerlerde sürünürken babam beni yukarıdan izliyormuş meğerse. Babalar hep böyledir, ses etmeden evlatlarını yukarıdan izlerler! Ne arıyorsun sen oralarda?" diye sordu babam. Ben de "inceleme yapıyorum!" dedim. Sanırım komik buldu bu söylediğimi. Yandan yandan gülümsedi. "E buraya kadar geldin madem hadi işe koyul o zaman" dedi.


İşimiz bittiğinde çok yorgun ama çok mutluydum. Geri dönüş yolunda cep telefonum çaldı. Arayan annemdi. Bize vereceği kötü bir haber vardı. Sabah çayıra bağladığımız ineklerden biri ölmüş! Sarıkız annemin en sevgili ineği idi. Daha bu sabah Sarıkızı çayıra götürürken onunla konuşmuş, onunla oynamış ve o güzel anın fotoğrafını çekmiştim.



Ben şoktaydım. Haberi duyan babam yıkılmıştı. Tüm neşemiz sönmüş ve içimizi büyük bir keder kaplamıştı. Gaza bastık, kısa sürede köye vardık. Durumu anladık; ineğimizin ipi çözülmüş ve yakındaki yoncayı çok yemiş, nemli güz yoncası karnında şişmiş ve ineğimiz büyük bir acı içinde, midesi patlayarak ölmüş. Ve bu hadise çok kısa bir sürede olduğu için de müdahale etme şansımız olmamış, olamamıştı....


Sarıkız’ı öyle cansız bedeniyle çayırda yatarken görünce ayaklarımın bağı çözüldü. Yanına çöktüm, ağlamaktan içim dışıma çıktı. O dev gibi cansız bedeni orada öylece bırakmak çok acımasızca geliyordu. Fakat işte o şehirlilerin özendiği "aman ne güzel köy hayatı, biz de istiyoruz doğal yaşamı!" dedikleri şey bu yaşananlardan çok uzaktı. Onların hayal ettikleri pürüzsüz bir dünya vardı. Ben de onlardan biriydim ve bu gerçeği bugün idrak etmiştim. Doğa ve ölüm karşısında ne kadar aciz olduğumuzu Sarıçamlar ve Sarıkız bugün bana öğretmişti.


Öğrenmek en büyük tutkum. Öğrenmeyi öğrenmek! Anlamayı anlamak!


Öğrenmenin en iyi yollarından biri “Bir dağ gibi düşünebilmektir!” diyor Aldo Leopold. Bir dağ gibi düşünebilmeyi ilk öğrendiği anı anlatan yazar, dünyadaki varlıkların birbiriyle olan karşılıklı ilişkisini de ilk o zaman keşfettiğini söylüyor. Yazar söz ettiği zamanda bir arkadaşı ile öğle yemeği yiyormuş. O sırada aşağıdaki derenin içinde geyiğe benzettikleri bir şeyin akıntıya karşı yüzmekte olduğunu görmüşler. O şey onların bulunduğu kıyıya vardığında, onun bir geyik değil bir kurt olduğunu fark etmişler. Anne kurdun ardı sıra yavruları da neşe içinde onun yanına varmışlar. Leopold ile arkadaşı tüfeklerini peş peşe ateşlemişler. İkisi de “kurtlar azalırsa insanlar tarafından avlanacak geyik sayısı artar” diye düşünmüşler. Ateş etmeyi bıraktıklarında, anne ile yavrulardan biri ölümcül yaralar almış, diğer yavrular ise ortadan kaybolmuş. Leopold hadiseye dair şu sözleri dile getiriyor: “Son nefesini vermekte olan anne kurdun yanına geldiğimizde, gözlerindeki yeşil, öfkeli ateşi görebilmiştik. O zaman, onun gözlerinde, benim için o an yeni ama şimdi çok iyi bildiğim bir şeyi fark ettim. Yalnızca anne kurdun ve dağların bildiği bir şeydi bu!”


Daha sonraki yıllarda kurt neslinin giderek tükendiğine tanık olan yazar, bir yandan da açgözlü ve dizginsiz iştahlı geyiklerin dağları birbiri ardınca istila ettiklerini görmüşler. Ekosistemde yaşayan varlıklar arasında bir ilişki vardır ve bu ilişki, göze görünmese de olağanüstü büyük bir gücü barındırmaktadır. “Şifayı toprağın derinliklerinden çıkarmak” üzere olduğunuz zaman bu güce yaklaşmış bulursunuz kendinizi. Onunla yakınlaşırken onun neye yaradığını görmeyi öğrendiğinizde sevgi ve saygı ile ona hürmet etmeniz kendiliğinden olur.


Köyde bulunduğum süre içinde, okumak üzere, doğal tarım ve şifacılık ile ilgili muhteşem kitaplar almıştım yanıma. Bunlardan bir tanesi Stephen Harrod Buhner’e ait olan “Yeryüzü ile Konuşma Sanatı” idi. İlk defa bu kitapta ismini duyduğum Melekotu(Angelica) bitkisi meğerse benim doğduğum bu topraklarda da yetişirmiş. Özellikle yüksek kesimlerde rastlanırmış bu kutsal ota. Bu otu doğduğum dağlarda aramaya çok niyetlendim ama hava koşullarından ve mevsim geçişinden dolayı doğru bir zaman olmadığına karar verdim. Ama ilk fırsatta onu bulacağımı ve onunla dost olacağımı çok iyi biliyorum. Bin bir derde deva olan Melekotu’nun, üreme organlarındaki ve bağırsaklardaki krampları önleyici, sindirim sistemini düzenleyici, şişkinliği önleyici, soğuk algınlığı veya öksürük durumunda balgam söktürücü, idrar söktürücü gibi bir çok özelliği varmış.

Baldıranlarla aynı soydan geldikleri için benzer özellikleri varmış Melekotu'nun, o yüzden dikkat etmek ve karıştırmamak gerekirmiş. Melekotunun kerevizi andıran kendine has bir kokusu varmış, bu tam olarak onun kokusuymuş, bu kokuyu bilen kişi bu bitkiyi başka bir otla asla karıştıramazmış.


Şifacı bir yazar olan Stephen Harrod Buhner bu bitkiyi dengelerini yitirmiş gibi gözüken kadınlara destek vermesi için kullanıyormuş. Depresyonda olan, histerik astım şikayeti olan, üreme organlarını yitirmiş, kendini başkalarında kaybetmeye meyilli, anoreksiya nevroza hastası ve de ruhsal denge ve güç konusunda bir model ihtiyacı duyan kadınlara genellikle bu bitkiyi öneriyor. Bu bitkiyi ruhsal bir şifalandırıcı olarak kullanırken, onun yalnızca ilaç olarak kullanılması yeterli değildir diyor yazar. Bitkiyle iletişim kurmak üzere onunla oturmak, onu yardım için ikna etmek ve neredeyse aileden biriymişçesine yakınlaşmak gerekir; ta ki o, bir kardeşten farksız olana dek.


“Şeylere oldukları gibi değil, olduğumuz gibi bakarız” ya da başka bir deyişle “meseleleri olduğu gibi değil, kendi olduğumuz gibi görürüz.” Yakın bir dostum, bir durum karşısında beni eleştirmek için bu cümleyi kurmuştu kısa bir süre önce bana. Üzerine çok düşündüm bunun. Ve fark ettim ki, son bir yılda geçirdiğim Evrim sürecim çok hızlı ve çok keskin olmuş. Eskiden baktığım ve gördüğüm şeylerin ne kadar değiştiğini fark ettim. Çünkü ben değişmiştim. Geçmişte olduğum şeyden bugün olduğum şeye dönüşmem en çok da Afrika'ya yaptığım seyahat ve ardına da doğduğum köye geri dönmem sayesinde olmuş. Hayatımın bu döneminde bana beni öğreten, beni ben yapan, bana şifalanmayı öğreten, beni pür gerçeklerle yüzleştiren her canlıya, her varlığa, her nesneye, her bilgiye şükranla doluyum.


Güzel gözle baktığım, beslediğim her şeyin bana geri döndüğünü gördüm. Güzel bakmayı ve sabırlı olmayı öğrendim. Bir dağ gibi düşünmeyi öğrendim. Dönüşmeyi ve dönüştürmeyi öğrendim. Emek vermenin gerçekte ne demek olduğunu şimdiye kadar bilmediğimi fark ettim. Doğu felsefelerinde hep bahsi geçen “akışta kal” halini Çoruh bize derinden yaşatır bu coğrafyada. Bunun için uzak doğuya, uzak diyarlara gitmeye gerek yoktur. Doğa ile iç içe yaşarken teslim olmanın, kontrolü doğaya bırakmanın hepimizin hayrına olacağını biliniz.


Bir kavak ağacının çıkardığı melodiyi dinlemenizi, üretmeden tüketmenin yanlışlığını ve şeylere emek vererek sahip olmanın yarattığı hazzı tatmanızı rica ederim. Son olarak hızla çöken ekonomik sistemler ve iklim değişikliklerinden sonra dağlara kaçmaktan başka çaremiz olmadığını biliniz. Sizi bilmem ama ben bu farkındalıkla bir “Melekotu” gibi yaşamaya karar veriyorum. Belki bir dağ yamacında, belki de Çoruh'un kıyısında bulursunuz beni. Yeryüzüne ve insanlara şifa olmaktır tek niyetim bundan sonra. Hala yarın neler olacağını ve nerede olacağımı bilmiyorum ama nasıl yaşayacağımı çok iyi biliyorum...

233 görüntüleme5 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page