Amaçsız ve umutsuz yaşanmaz derler. Bu tespitten hareketle, amaçsız geçen ömrüme bir yenisini daha eklememek için bayır aşağı giden yolumun yönünü makas atıp değiştirmeye karar veriyorum. Akademik bir yol olan bu yola sapmanın ilk koşulunu yerine getirmek için bir sınava daha girmem gerekiyor. Sınav kaydımı yaptırıyorum. Bu aşamayı tamamlamış olmanın verdiği haklı gururu yaşıyorum ve dijital bir ekranda şu satırları görüyorum:
Tarih: 10 Mayıs 2009
Mekan: Beyoğlu’nda bir okul
Hedef : Akademik Personel ve Lisansüstü Eğitimi Giriş sınavı
Namı diğer ALES. Bir garip başarısızlık öyküsünün son paragrafının ilk satırı. Bir tür at koşturmacasının son yarışı. Mı acaba? Hayatın bu zorlu koşusuna başladığımızda nasıl bir yarışın içine girdiğimizi anlayamayacak kadar küçüktük, şimdi biz büyüdük ve kirlendi mi dünya!
İlk okulun ilk sınıfı, Doğu Karadeniz’in zorlu ve güzel coğrafyasında, bir köy okulunda başladı.”Ooooo dünyanın öbür ucu” dediğimiz bir batı şehri olan İstanbul’da ikinci sınıfa devam ettim. Bizim dünyamız Artvin’den İstanbul’a kadardı. Yaklaşık 1600 km’lik yolu (şimdi 1317 km), bayat yumurta kokulu bir otobüsle, 26 saatte gelmiştik. Bu büyük şehire ayak basınca bırakın şehir değiştirmeyi, bizim şartlarımızda aya ayak basmış ve kainat değiştirmiş gibi hissediyorduk kendimizi. Düşünün ki kırmızı yanaklı, kıvırcık saçlı bir kız çocuğu taa 1600 km uzaktan gelip, onunla aynı dili başka bir aksanla konuşan şehirli çocuklarla bir arada okuyor. Orta öğretimini de, ilk öğretimi bitirdiği okulda, lehçesi biraz daha düzelip de bir İstanbul çocuğu gibi konuşmaya başladığı zaman bitiriyor.
Günlük tutuyor o çocuk, resim yapıyor. Çok sessiz, sakin ama yetenekli olduğunu söylüyor ailesi. Daha o yaşlarda ne meslek sahibi olacağının hesapları yapılıyor, onun adına herkes buna karar veriyordu. Büyük bir kafa karışıklığı yaşarken lise sınavları yaklaşıyor.
Ailenin ilk çocuğu olan bu kıvırcık kız, eğitim-öğrenim sürecinin sonuna kadar gitmesi gerektiğinin idrakine varmış ve kendine bu sözü vermiş. Öyle bir hırslanmış ki, tüm dünyayı ve tüm aileyi o kurtaracakmış.
Bir kurtarıcı olmak ve sürüye katılmak için yapılacak ilk adım nedir? Kötü bir lise eğitimi almak! Meslek Lisesi, Fen Lisesi, Anadolu Lisesi, Sağlık Lisesi derken hepsinin tek tek sınavlarına girmiş. Hem Fen Lisesi hem de Anadolu Lisesi sınavlarını kazanmış ama sonraki aşamada neyin “doğru olduğu” değil, neyin onun için “kolay olduğu ve masrafsız olduğu” kararı verilmiş. Uygulamalı Sanatlar Anadolu Kız Meslek Lisesi'ne kaydını yaptırmış ailesi. Vasat sayılabilecek ilk bir yılı, İngilizce lise hazırlık yılı olarak bitirip geriye kalan üç yılı da tamamlayınca her şey bitecek miydi? Tabi ki hayır! Sürüden kopmamalı ve yola devam etmek gerekti. Sıra üniversite sınavına gelmişti. Lise son sınıfta yine birileri onun adıma “büyüyünce ne olacağına” karar verirken, bu kızcağız üniversite sınavına iki ay kala bir karar alıyor ve kararından kimseye bahsetmiyor. Başkalarına göre o bir mühendis olmalıydı ama annesi onu hep bir hemşire olarak hayal ederdi. Tekstil mühendisi olsa da bu herkes için yeterliydi fakat aldığı lise eğitimi mühendisliklerden birini kazanmak için yeterli değildi. Edebiyat ve resim derslerini çok severmiş ama sayılarla bir türlü anlaşamazmış. Bunun için ailesi onu mutfak masraflarından, üstlerinden başlarından kesip dershaneye göndermiş. Bu zoraki süreçte sayılarla kısmi bir ittifak yapmış ve üniversite sınavını da fena sayılmayacak bir puanla kazanmış. Fakat gelin görün ki, bu kızcağız artık bir mühendis değil, Güzel Sanatlar’da okuyup bir sanatçı olmaya karar vermiş. Peki ya şimdi üniversite sınavının ilk aşamasını geçmiş olması ve artık ne yapmak istediğine karar vermiş olması yeterli miydi? Tabi ki HAYIR!...
Bu yeni aşamada da, İstanbul içi ve İstanbul dışı çeşitli Güzel Sanatlar Üniversiteleri’nin yetenek sınavlarına girmiş. Bu sefer sayılar değil yetenekler konuştuğu için kendini şanslı sayıyormuş. Söz hakkı olmayan sayılardan kurtulduğuna şükrediyormuş. Heyecanlı ve sancılı bir bekleme sürecinden sonra aynı anda 3 üniversiteden, baraj sınavlarını geçtiğine dair haberler gelmiş. Biri şehir dışındaydı, ikincisi gitmeyi çok da istemediği Anadolu yakasında bir üniversite idi, üçüncüsü ise....
Kazandığı üçüncü üniversite ise resim yapma kabiliyeti ve yeteneği olan herkesin hayalini kurduğu ve güzel sanatların her dalında, hatırı sayılır bir saygınlığa erişen Sanayi-i Nefise Mektebi yani Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi idi. Bu büyük sevinci, gururu ve şaşkınlığı yaşayan o kızcağız benim işte ve ne yazık ki o sevinçler hep kursağımda kaldı zira sevinci sindiremeden bölüm sınavlarına girmem gerekiyordu. Peşi sıra gelen bölüm sınavlarından sonra da Endüstri Ürünleri Tasarımı bölümünde lisansımı tamamlamaya hak kazanmıştım. Öyle yorucu bir süreçten geçmiştim ki, çok uzun bir süre soluğumu toparlayamadım. Temel dersler, teorik dersler, sanat dersleri, her dönem yenilenen proje dersleri derken malzemelerin yıpranma payını hesaplıyor, estetik ve ergonomik ürünler tasarlıyor ve izometrik perspektiften hayata bakabiliyordum artık. 45° açıyla tırmandığım yokuşun sonunda derin bir “Ooohhh” çektiğimde geride lisans eğitiminde kaybedilmiş sekiz seneyi bıraktım. Bir şeyi kazanırken aynı anda başka bir şeyi de kaybedebiliyormuş insan. Her ne olursa olsun 7 yaşımda başlayan bu eğitim mücadelesini 26 yaşımda bir üniversite diplomasıyla taçlandırmak boynumun borcuydu. Sürüp giden üniversite eğitimi ile birlikte, evlilik sınavını da geçmiş, ekonomik özgürlüğümü kazanmış ve olgunlaşmıştım. Artık gönül rahatlığıyla benim için ayrılmış sürüdeki yerimi alabilir ve hayatıma devam edebilirdim. Sadece cahillerin oluşturduğu sürüler yoktu ya, eğitimli-kültürlü büyük baş sürüler de vardı ve beni aralarına seve seve almışlardı. Şu an bulunduğum konumda bir müddet daha konaklamayı düşünüyordum ki, ekonomik kriz patlak verdi. Maaşım kesintiye uğruyor ve belli bir standarda oturttuğum hayatımın sekteye uğruyordu. Bir yol, bir çare bulmak gerekti. İçine girdiğim çıkmazı çeşitli ilizyonlarla değiştirmeye çalışırken, sistemin yine bana dayattığı bir başka sınava daha boyun eğebilirim belki dedim ve ALES denilen yola girdim. Bu sınavı kazanırsam istediğim bir üniversite de araştırma görevlisi olacak ve bu seferki akademik yokuşun kaç derece açı yaptığını hesaplıyor olacaktım. Ama hiç değilse az ama garantili bir maaş, bana kalan bolca vakit, aynı dili konuşabildiğim meslektaşlarımla bilimsel çalışmalar, genç insanların arasında genç kalmanın sihirli formülü gibi detayları düşününce tekrar sayısal dünyaya hoş geldiiiiiiim!
Sözel ve özel dünyamda, alfabemizin bana tanıdığı imkanlar dahilinde yaşamaya gayret ederken iki bilinmeyenli denklemlerin kucağına bıraktım kendimi. Bünyesinde barındırdığı rakamlarla aramın hiç bir zaman iyi olmadığı bu sayısal dünya, bu günlerde edindiğim amaca beni ulaştıracak mı şüpheliyim ama Pisagor halimi görseydi vallahi ölürdü kahrından. Havuz problemlerinde boğuluyorum . Açık bırakılan A musluğunun havuzu ne kadar sürede dolduracağını hesaplayamıyorum. Bunun için yüzme öğreniyorum. İşçi problemlerinin çözümü ve işsizlik bayramının kutlanması için 1 Mayıs’ı bekliyorum. Yurdum polisinin oran-orantı hesaplarını yapıyorum.
Ali ile Hasan bir işi birlikte 30 günde bitirebiliyor. 5. Günün sonunda Ali işten çıkarılıyor. Kalan işi Hasan günde 12 saat çalışarak tamamlıyor ve iliğine kadar sömürülüyor. Hasan 30 günün sonunda da alması gereken paranın yarısını alabiliyor. Hasan şimdi ne yapmalı? Ali artık işsiz olduğu ve bir daha da iş bulamadığı için bir gün cinnet geçiriyor ve ailesini satır bıçağıyla doğruyor. Ali için artık çok geç.
Ali’nin trajik sonunu, Hasan’ın da içine girdiği çıkmazı yaşamaması uğruna yola çıktığım, Türk eğitim sisteminin geldiği son nokta, Akademik Personel ve Lisansüstü Eğitimi Giriş sınavını da başarıyla geçip yüksek lisansa kabul edilmeyi niyet ediyorum Allah rızası için! Bu güne kadar amaç edinip de başaramadığım bir hadise olmamıştır ama biraz da şansa bağlıdır bu işler. Bu sürece katlanıp, bir de PHD programlarından birine girmek istersem yeni bir paradoksun içine daha gireceğim, ki; bu kez de yıllarımı verdiğim lisans eğitimimi yok saydıkları gibi, ALES puanımı da yok sayacaklar ve beni yine yeniden bir başka sınava sürükleyecekler. Bu çark dönerken benim bir labirent faresine dönüşmemem mümkün müdür? Eminim benim gibi zilyon tane insan aynı paradoksu yaşıyordur.
Tek farkı kendinden önceki günlerden farkı olmaması olan bir günü daha bitirip evime vardığım bir akşam, yorgunluktan günlerdir test çözememiş olmanın verdiği huzursuzlukla garip bir hezeyan yaşıyordum. Robotik hareketlerden birini yapıp televizyonu açtım. Elimde kumanda, kanalları şuursuzca gezerken bir yerde kala kaldım ve müthiş bir reklam filmini izlemeye başladım. Birbirinin aynısı günleri yaşayan insanların halet-i ruhiyelerini, içine girdikleri rutinliği çeşitli enstantanelerle izleyiciye aktarıp, en sonunda da biraz uzaktan bakınca (epey bi uzaktan, uzaydan!) geride bıraktığımız izin evle iş arasındaki kısacık bir yol olduğunun üstünü çizen bir alt metin hazırlamışlar güya. Yumuşak karnımıza dokunup “Vay anasını be! Aynı ben” dedirttikten sonra “Haydi kalk, hayatını değiştir! Ta dünyanın öbür ucuna git! “ diyorlar. Bunun için ne yapacaksın, gidip seni düşünen bu güzide bankadan bir kredi kartı alacaksın! Her şey senin için! Haydi kalk! İşi gücü bırak, karıyı kocayı bırak, çoluğu çocuğu bırak git! Niye? Geride bıraktığın iz büyük olsun diye! Niye? Kiranı ödeyeme, faturalarını ödeyeme, faiz faiz üstüne ye, borç yakana yapışsın diye! Hangi aklı evvel böyle bir iz bırakmak ister acaba geride! Yahu kardeşim adamın parası varsa zaten bu rutine düşmez, e zaten parası yoksa da gidip o kredi kartını almaz, alamaz. Ha almak gibi bir gaflette bulundu, hangi limitle kalkıp Bahama adalarına gidecek. Ha gitti döndüğünde ne bok yiyecek affedersin!
Bu çok bilinmeyenli denklemi çözdüğüm vakit, kozmosla ilgili birçok paradoksun da çözümüne ön ayak olmuş olacağım.
Vel hasılı kelam çözülecek yığınla soru, gidilecek türlü türlü yollar var. V hızıyla T sürede geçen ömrümün önemli bir sınavını daha vereceğim şu günlerde. Niye? Geride bıraktığım iz büyük olsun diye!
(2009)
Comments